Haber
2013-03-19 15:48:19
Ebubekir Aytekin Seminer Verdi

Eğitimci-Yazar Ebubekir Aytekin "Çanakkale'den Cumhuriyete" konulu bir seminer verdi. Sendika binamızda gerçekleşen seminere çok sayıda üyemiz katılırken program sonunda katılımcıların yoğun soruları dikkat çekti.

Ebubekir Aytekin "ÇAnakkale'den Cumhuriyete" adlı seminerde şunları söyledi:

1789 Fransız İhtilalı ile birlikte Osmanlı Entelüektelleri bu ihtilaldan fikirsel anlamda etkilenmişlerdir. Bilhassa Fransa’da tahsil gören ve kendilerine sonradan “aydınlar” tabiri yakıştırılan bu zevat, ihtilalı hazırlayan sebepler arasında gösterilen Kilisenin hegemonyasını baz alarak İslam Dinine karşı bir duruş sergilemeye başladılar.  1917 yılında Bolşevik ihtilalının ve Marksizm’in de etkisiyle bu karşı oluşu düşmanlığa çevirdiler. Hıristiyanlığın köhnemiş Ortaçağ zihniyeti ile İslam’ın evrenselliğini ve çağlar üstü sistemini bir tuttular. İslam’ı, terakkinin (ilerlemenin, yükselmenin) önünde en büyük engel olarak gördüler/gösterdiler. Böylece bu kişiler tek yönlü bir bakış açısıyla dini tahlil etmişlerdir. İslam’ı taassup olarak telakki eden bu zevat dini yanlış anlamış veya öyle anlamakta ısrar ederek kendileri bir taassuba sürüklenmişlerdir.

            Kuruluşundan günümüze kadar 55 hükümet var olmuş, ancak bu hükümetle­rin büyük bir çoğunluğu iktidara sahip olama­mıştır. Hükümetler iktidarların emrinde, ya da güdümünde icraat gösterebilmişlerdir. Bu güdümü kabul etmeyen ve içlerine sindireme­yenler ayakta duramamış, egemen güçler tara­fından silahlı ya da silahsız olarak darbe veya muhtıralarla alaşağı edilmiş, yerine daha gü­dümlü hükümetler getirilerek, demokrasi (!) kurtarılmıştır.

Bu nedenle de halk, hükümet ve ikti­dar olamamaktadır.

            Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit

            Devletimizin temel ilkelerinden biri olan din ve devlet ayrılığı ilkesini yıkmaya yönelmiş akımlar, demokrasinin tersine işlemiş çarklarından yararlanmaktadırlar. Laik eğitim kurumlarının eğitimi ile sayıları gitgide artan dinsel eğitim kurumlarının öğretimi arasındaki çelişkenlik toplum yaşantısında, ulusal kültürde, insan düşüncesinde tehlikeli ilişkiler doğurmaktadır.

            Ecevit’in bu düşüncesi resmi ideolojinin düşüncesi ve bakış açısıdır.

Bu anlayışla devletin egemen güçleri dini en büyük tehlike; dindarları en büyük düşman ve yok edilmesi gereken mahlûk olarak görüp ortalama her on yılda bir darbe yaparak demokrasiye “balans ayarı” vermişlerdir.

            Deniz Baykal’ın şu sözleriyle ifadesini bulmuştur: Türkiye’de kim hükümet olursa olsun C.H.P. hep iktidar olmuştur. Olacaktır. Çünkü C.H.P. Atatürk’ün partisidir. Atatürk ilkeleri de ebediyen yaşayacaktır.”

             İttihat ve Terakki döneminde

            Cumhuriyetin oluşmasındaki temel felsefe İttihat ve Terakkicilerin felsefesi olup Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)’nın devlet yönetimindeki ideoloji ve felsefesiyle çok büyük benzerlik arzetmektedir.

Kurulduğundan beri C.H.P. nin dillerinden düşürmedikleri “İrtica” kelimesinin mucidi de İttihat ve Terakkicilerdi. Kendilerine karşı gelen her kese bu damgayı yapıştırıyorlardı. Onlara göre dindar insanlar mürteci, din de irtica idi. Diğer bütün kavramları gibi bu kavramı da Fransızcadan tercüme ile taklit etmişlerdi.

            Volkan dergisinin 18 Nisan 1909 tarihli sayısında yayınlanan şu örnek konu hakkında bir ipucudur:

 Birkaç gün önce burada bir zabitin bir kışlada, gecenin saat iki buçuk veya üçünde güya askere itaat dersi, nasihati verdiği sırada “Askerler! Şu sokaklarda gördüğünüz başı sarıklı hocalar yok mu? Size emrettiğimiz zaman bunları süngülerinizin ucuna takacaksınız.”

            İstanbul’un İngilizler tarafında işgal edilmesinden sonra Osmanlı Meclis-i Mebusanı kendi kendini lağvetti. Meclisin Müslüman vekillerinin çoğu Anadolu’ya geçerek Milli bir meclis kurulması için kongrelere ve diğer faaliyetlere katıldılar. Bu nedenle de başta Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey olmak üzere bunların birçoğu I. Büyük Millet meclisinde bulunmuşlardır.

             “Atatürk, Türk Gençliğinin El kitabı” nın 64 Sayfasında Atatürk’ün şu sözlerine yer verilir:

“Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum. (Şubat 1924)”

“Bizim dinimiz akla en uygun ve en tabii olan dindir. Ve ancak bundan dolayı son din olmuştur. Bizim dinimiz akla, fenne, ilme ve mantığa tamamen uyar.”

“Bizim dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsife etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder.(1923)”

            Aynı Mustafa Kemal 1 Kasım 1937 tarihinde Mecliste yaptığı bir konuşmada da şöyle demektedir:

            Dünyaca bilinmelidir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

Mustafa Kemal, “Kur’an-ı Kerim’i Türkçe’ye aynen tercüme ettirmek” meselesini ortaya atacak, ancak Karabekir’in, devlet reisinin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi üzerine tartışma çıkacaktı. Karabekir Paşa’nın bu çıkışına hayli kızan Mustafa Kemal ise:

“Evet Karabekir! Arapoğlu’nun yavelerini, (safsatalarını, saçmalıklarını) Türkoğlularına öğretmek için Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler

Onbinlerce İnsan asıldı veya Öldürüldü

            Eski Muş Milletvekili Gıyasettin Emre:

            Efendim şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki isyan bölgesi       İstiklâl Mahkemeleri denilen  Şark istiklâl             Mahkemelerinde, İstiklâl Mahkemesi Reisinin iddia ettiğinin tam tersine en az onbinlerce insan idam edilmiş veya kurşuna dizilmişti. [1]

            Özellikle ulema, din adamları idam edilerek, halkın dini eğitimine en büyük darbe vurulmuştur.

            Bir başka örnek var şapkayla ilgili olarak. Bizim orada bir Molla Halis Efendi var. Bakmış şapkayı zorla giydiriyorlar, hiç olmazsa ön serpuşunu gizlemek için şapkanın üzerine sarık sarmış, Görüntü olarak da fes üzerine sarılan sarık gibi olmuş. Bir gün şehre giderken jandarmalar bunun yolunu kesiyorlar. "Hani senin şapkan, bak hâlâ sarık kullanıyorsun!" dediklerinde: "İşte şapkam!" diyerek sarığın altındaki şapkayı gösteriyor. Jandarmalar Molla Halis'i hemen karakola götürüyorlar ve giderken de "Sen bizimle ve şapkayla dalga mı geçiyorsun?" diyerek dövüyorlar. Karakol komutanına da aynı cevabı verince, komu­tan, "siz hile-i şeriye yapıyorsunuz. Şapkayı giymemek için böyle bir protestoya başvurdunuz!" diyerek Molla Halisi bir ay hapisle ve arkasından da 10 lira para cezasıyla cezalandırıyor.[2]

Sene 1926. Düşünebiliyor musunuz, bir müftünün maaşı iki buçuk lira olan bir zamanda 10 lira para cezası veriliyor şapka giymeyenlere. Hapis cezası da yanına caba...[3]

Şapka Takmayanı Mezardan Çıkartıp Asarlar!

            Erzincanlı Mevlevi İbrahim Hakkı 25 Kasım 1925 tarihinde "şapka devrimi"  dolayısı ile

            Ankara'nın dikkatini çekmiş ve İstiklal Mahkemesinde yargılanması istemiştir.

1926 yılında Erzincan'a gelen İstiklâl Mahkemesi Anka­ra'dan aldığı emirle onu idamla yargılamıştır. Ancak kendisini o tarihte Erzincan'da bulamadıklarından gıyabında idamına karar vermiştir.

Kendisi o tarihte Erzincan'ın Kemah İlçesine bağlı Müşekrek Köyü'nde bulunduğu için idamı o anda gerçekleştirilememiştir.

            İbrahim Hakkı'nın ölüm haberini alan İstiklâl Mahkemesi, onun ölüp ölmediğini araştırmak üzere bir heyeti Kemah İlçesinin Müşekrek Köyün'e gönderir.

Jandarmalar İstiklâl Mahkemesi heyetinden aldığı emir gereği cesedi me­zardan çıkartarak, beyaz kefeniyle birlikte hemen oracıkta yaptıkları darağacın­da, "şaiben idam" fermanı yerine getirilmesi için hemen asarlar.

30 Kasım 1925: Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı.

26 Aralık 1925: Takvim ve Saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.

17 Şubat 1926; İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.

1 Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.

28 Mayıs 1927: Binalar Üzerindeki Tarihî Kitabe  Ve Tuğraların Kazınması Hakkında Kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası buna mühim bir örnektir.

10 Nisan 1928; Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır.” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “Vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.

24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.

3 Ekim1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.

1Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.

Nitekim Mustafa Kemal 22 Ocak 1923’te Bursa’da; 

“… Kan ile yapılan inkılâplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılâp ebedileştirilemez.” demiştir. Bunun yanı sıra Harbiye Marşında; 

Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti.” mısrası yer bulmuştur.  Yine aynı şekilde Şapka İnkılâbını tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek istemeyenleri kastederek; 

“…Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar verilir

Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok onlara yaramıştı. Şimdilerin Ünlü Vakko’sunun  eski sahipleri de şapka devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir.

Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler;

“…Ekonomik olarak müthiş bir zarar… Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti. Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.[4]

İstiklal Mahkemesi o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’yi gıyabında idama mahkûm eder. Fakat hoca efendiyi bulamadığı için bu idamı gerçekleştiremez. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi ruhunu Allah’ına teslim eder.  Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez.    "..Olmaz. Bu adam kanuna karşı geldi; mutlaka asmam lazım." der. Bunun üzerine kabir açılır. Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır sonra tekrar gömülür.

Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey İstiklal Mahkemeleri ile ilgili olarak şu çarpıcı tespitte bulunuyordu:

            “İstiklal Mahkemeleri’ne Meclis’in tanıdığı yetkiyi, Cenabı Hak, Peygamberine dahi vermemiştir.”

            Nitekim Cellat Kara Ali 1928 yılında “Son Tevrat” gazetesinde yayınladığı hatıralarında:

            “Bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar celladın içinde sadece benim Cellat Kara Ali olarak idam ettiklerimin sayısı sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216′dır.” diyordu.

Yazar Hüseyin Demirel, Deccaliyet ve Kemalizm adlı kitabında bu yüzden o tarihlerde Ankara’da ip kıtlığı bile baş gösterdiğini yazmaktadır.

            Elazığ İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp hakkında beraat kararı verilen Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in, mahkeme salonunda yerinden fırlayarak:

            “Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı?” demesi üzerine, Elazığ İstiklal Mahkemesi Hüseyin Avni Bey’i ömür boyu sürgün cezasına mahkûm etmiştir.”

Savcı hariç diğer hiçbir üyeleri hukukçu değildi.

Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu. Zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi.

Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu

Kastamonu milletvekili A. Kadir Kemal şöyle diyordu: "Korkup çekinmeye lüzum yoktur. İcap ederse, bu memleketi kurtarmak için 500 bin kişiyi idam etmeli ve bundan asla çekinmemelidir

Sehpa Yetmeyince İdamlar Hançerle Gerçekleştirildi

Küçük Ağa’nın torunları Ali Aksoy, gazeteci Ayşe Altunköprü’ye verdikleri mülakatta: “Büyüklerimiz o dönemde idam sehpaları yetmediği için insanların kalbine kama sokularak öldürüldüğünü söyledi.” diye beyanatta bulunmuşlardır.[5]

Ezan Okuduğun Dillerinle Tuvalet Yalatırım

Konyalı Mehmet isimli bir arkadaşımıza 1949 yılında Ankara Valisi Nevzat Tandoğan sakalından tutup; "Bak ezan okuduğun o ağzına barut doldururum, bir daha okuyamazsın. Yoksa Ezan okuduğun dillerinle sana tuvalet yalatırım." diyerek küfür ve hakaretlerde

Arapça Ezan Okuma Yasağının Kaldırıl­ması

14 Haziran 1950 tarihin­de de Başbakan Adnan Menderes hükümetince Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çeşitli kanun teklifleri sunuldu

Türkçe Bilmediği İçin Asılan Genç

            İstiklal Mahkemesinin Baş Savcılığına Ahmet Süreyya Örgeevren getirilmişti. Ahmet Süreyya Örgeevren, Dünya gazetesinde yayınlanan hatıralarında şu çarpıcı ve ilgin itirafta bulunuyor:

            "Bir gün mahkemeye kara yağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hâkimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hâkimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler.
            Mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericiydi: "Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına...

            Hemen o gece çocuğu götürüp astılar.

             Dağkapı'da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni bıraktın, beni idam ettirdin? Diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm.
            Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hâkim arkadaşlara dedim ki, 'Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm Diyarbakırlıları, hatta tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.' Rüyada başıma gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve Öteki hâkimler, 'sen karışma, bu bizim işimizdir' dediler. Ben de savcılığımı ileri sürdüm, aramızdaki münakaşa ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara'ya bildirdik. Bir hafta sonra şu telgrafı aldım:”

            "Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı…
            "Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyyen ezilmesidir. Hâkim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.”
                                                                                              Başvekil
                                                                                              İsmet İnönü



[1] Hasan Hüseyin Ceylan, Cunhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri, Risale yayınları, İstanbul Eylül 1991, C.3 S.27

[2] Hasan Hüseyin Ceylan, a.g.e. C.3 S.28

[3] Hasan Hüsein Ceylan, a.g.e. C.3 S. 28

[4] Dr. R.Nur, Hayat ve Hatıratım. 4. cilt, S. 1315.

 

[5]  Ayşe Altunköprü, a.g.e.

MEMUR-SEN
KONFEDERASYONU
EĞİTİMCİLER BİRLİĞİ
SENDİKASI
Zübeyde Hanım Mahallesi Sebze Bahçeleri Caddesi No:86
Altındağ - Ankara / TÜRKİYE
Tel : 0.312 231 23 06 Faks : 0.312 230 65 28
ebs@ebs.org.tr
Copyright © Eğitim Bir Sen